12 Mart 2021 Cuma

Mürşide

Evlendiğinde 14 yaşındaydın. Bütün bir evin sorumluluğu gelenekler nedeniyle artık senin üzerindeydi.

Kocan 16 yaşındaydı. Çok zeki, şehirle genç yaşta tanışan, iki annenin tek çocuğu olduğu için imtiyazlı büyüyen, hayatının çoğu İzmir’de geçen ve hobi olarak İzmir’deki o meşhur fuarlarda şipşakçılık yapan hoş bir delikanlıydı; çünkü ailesi o kadar zengindi ki, çalışmasına gerek yoktu.

Kayınpederinin ilk eşinden çocuğu olmadığı için ikinci evliliği yapması ve ikinci evliliğinden olan oğluyla evlenmen sonrasında iki kayınvalideyle aynı evde yaşamaya başladın. Kayınpederin de köyün ağasıydı. Hal böyle olunca eve gelen gidenin haddi hesabı olmuyordu ve onlarla tek başına ilgileniyordun.

Sabah ezanından önce kalkıp kahvaltıyı ve o gün yenecek yemekleri hazırlar, temizlik yapar, sonra güneş doğmadan o serinlikte tarlaya gidip tarlanın işlerini bitirir, güneş yakmaya başlayınca eve gelip diğer işlerini hallederdin. Tek başına. Kocanın desteği olmadan. 14 yaşında. Diğer işlerin dediğim de terzilik ve kuaförlük. Genç kızlara gelinlik ve nişanlık dikerdin, onlara kuaförlük de yapardın.

Halbuki hayatın bundan daha farklı olabilirdi. Öğrenciyken öğretmenin tarafından fark edilmiştin, çok zekiydin. Öğretmenin eve gelip ailene yalvarmıştı, “Evinizi ben temizleyeyim, ocağınızı ben temizleyeyim, külünüzü ben atayım; ama yeter ki bu çocuğu okutun.” demişti; ama ailen izin vermemişti.

16 yaşında anne oldun. Altı çocuğundan beşi yaşadı, beş kız çocuk. Hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden akıllı. Kendi yapamadığın şeyleri kızların yapsın diye elinden geleni yaptın. Onlara hayatı da öğrettin bir yandan, hepsi tek başına hayatta kalsa yaşayabilirdi. Tarlada çalıştılar, yemek yapmayı öğrendiler, temizlik yapmayı öğrendiler, her şeyi senden öğrendiler. Sonunda dört kızın devlet memuru, bir tanesi de kuaför oldu.

Çocuklarının büyüdüğünü hiç kabul etmedin, torunlarının da. Evin en yaşlısı sen olmana rağmen, dört dönerdin kızların ve torunlarının etrafında, her şeye yine sen koştururdun, yemekleri sen yapardın, sofrayı sen kurardın, onlar yedikçe mutlu olurdun, onlar güldükçe mutlu olurdun, hep mutlu olsunlar isterdin. Kimse kimseyle dargın olmasın, herkes zor zamanında birbirinin yanında olsun, hep dayanışma içinde olsunlar isterdin.

Bunca yoğun temponun sonuçları da olacaktı elbette. Genç yaşta başlamıştı kalp yetmezliği, yüksek tansiyon, şeker, parkinson, kemik erimesi… Uzun süre kimseye muhtaç olmadan yaşayabildin.

Hep şükrettin, hiç şikayet etmedin, hep dua ettin, hep namaz kıldın, hep mis gibi koktun, yüzün hep nurluydu, yüzün hep güleçti, kimseyi kırmazdın, herkes seni çok severdi.

Çocukların her şeyi senden öğrendiler dedim ya az önce, en çok da güzel insan olmayı öğrendiler senden. Her insan gibi hiçbiri kusursuz değil, iyi ki de değiller. Zaten sen herkesi kusurlarıyla sevmez miydin, onlara da insanları kusurlarıyla sevmek gerektiğini öğretmemiş miydin?

Şimdi bir görsen kızlarını Mürşide, hepsi de o kadar güzel ki, hepsinde ayrı ayrı seni görüyorum. Bazen aynaya baktığımda kendimde de seni görüyorum, eşimde bile. Çünkü hepimizin içine işledin sen. Senin etrafında olup da iyi kalbinden etkilenmeyecek kimse olamazdı.

Babamın öldüğünü senden gizlememize rağmen bana telefonda emanetim diyecek kadar bir şeyleri “hissedecek” temiz bir yüreğe sahiptin.

Anane, dört sene oldu sen gideli, ne ara dört sene oldu? Bu dört sene içinde aklıma her geldiğinde kalbimi ve her zerremi sıcacık ısıtmadığın tek bir an bile olmadı.

Anane, iyiliğin öyle güçlü ki, sen ölsen bile yaşıyor.

Anane, hünnap ağacın hala köyün en güzel ağacı.

Anane, biliyor musun, ben de senin gibi çok erken uyanıyorum.

Söylesene anane, onca şeye rağmen nasıl başardın hiç kin tutmamayı, bu kadar affedici olmayı, bu kadar sevgi dolu olmayı, hep güleryüzlü kalmayı?

Anane, emanetin seni çok özledi.


Hiç yorum yok: