Evlendiğinde 14 yaşındaydın. Bütün bir evin sorumluluğu gelenekler nedeniyle artık senin üzerindeydi.
Kocan 16
yaşındaydı. Çok zeki, şehirle genç yaşta tanışan, iki annenin tek çocuğu olduğu
için imtiyazlı büyüyen, hayatının çoğu İzmir’de geçen ve hobi olarak İzmir’deki
o meşhur fuarlarda şipşakçılık yapan hoş bir delikanlıydı; çünkü ailesi o kadar
zengindi ki, çalışmasına gerek yoktu.
Kayınpederinin
ilk eşinden çocuğu olmadığı için ikinci evliliği yapması ve ikinci evliliğinden
olan oğluyla evlenmen sonrasında iki kayınvalideyle aynı evde yaşamaya başladın.
Kayınpederin de köyün ağasıydı. Hal böyle olunca eve gelen gidenin haddi hesabı
olmuyordu ve onlarla tek başına ilgileniyordun.
Sabah
ezanından önce kalkıp kahvaltıyı ve o gün yenecek yemekleri hazırlar, temizlik
yapar, sonra güneş doğmadan o serinlikte tarlaya gidip tarlanın işlerini
bitirir, güneş yakmaya başlayınca eve gelip diğer işlerini hallederdin. Tek
başına. Kocanın desteği olmadan. 14 yaşında. Diğer işlerin dediğim de terzilik
ve kuaförlük. Genç kızlara gelinlik ve nişanlık dikerdin, onlara kuaförlük de
yapardın.
Halbuki
hayatın bundan daha farklı olabilirdi. Öğrenciyken öğretmenin tarafından fark
edilmiştin, çok zekiydin. Öğretmenin eve gelip ailene yalvarmıştı, “Evinizi ben
temizleyeyim, ocağınızı ben temizleyeyim, külünüzü ben atayım; ama yeter ki bu
çocuğu okutun.” demişti; ama ailen izin vermemişti.
16 yaşında
anne oldun. Altı çocuğundan beşi yaşadı, beş kız çocuk. Hepsi birbirinden
güzel, hepsi birbirinden akıllı. Kendi yapamadığın şeyleri kızların yapsın diye
elinden geleni yaptın. Onlara hayatı da öğrettin bir yandan, hepsi tek başına
hayatta kalsa yaşayabilirdi. Tarlada çalıştılar, yemek yapmayı öğrendiler,
temizlik yapmayı öğrendiler, her şeyi senden öğrendiler. Sonunda dört kızın
devlet memuru, bir tanesi de kuaför oldu.
Çocuklarının
büyüdüğünü hiç kabul etmedin, torunlarının da. Evin en yaşlısı sen olmana
rağmen, dört dönerdin kızların ve torunlarının etrafında, her şeye yine sen
koştururdun, yemekleri sen yapardın, sofrayı sen kurardın, onlar yedikçe mutlu
olurdun, onlar güldükçe mutlu olurdun, hep mutlu olsunlar isterdin. Kimse
kimseyle dargın olmasın, herkes zor zamanında birbirinin yanında olsun, hep
dayanışma içinde olsunlar isterdin.
Bunca yoğun
temponun sonuçları da olacaktı elbette. Genç yaşta başlamıştı kalp yetmezliği,
yüksek tansiyon, şeker, parkinson, kemik erimesi… Uzun süre kimseye muhtaç
olmadan yaşayabildin.
Hep
şükrettin, hiç şikayet etmedin, hep dua ettin, hep namaz kıldın, hep mis gibi
koktun, yüzün hep nurluydu, yüzün hep güleçti, kimseyi kırmazdın, herkes seni
çok severdi.
Çocukların
her şeyi senden öğrendiler dedim ya az önce, en çok da güzel insan olmayı
öğrendiler senden. Her insan gibi hiçbiri kusursuz değil, iyi ki de değiller.
Zaten sen herkesi kusurlarıyla sevmez miydin, onlara da insanları kusurlarıyla
sevmek gerektiğini öğretmemiş miydin?
Şimdi bir
görsen kızlarını Mürşide, hepsi de o kadar güzel ki, hepsinde ayrı ayrı seni görüyorum.
Bazen aynaya baktığımda kendimde de seni görüyorum, eşimde bile. Çünkü
hepimizin içine işledin sen. Senin etrafında olup da iyi kalbinden
etkilenmeyecek kimse olamazdı.
Babamın
öldüğünü senden gizlememize rağmen bana telefonda emanetim diyecek kadar bir
şeyleri “hissedecek” temiz bir yüreğe sahiptin.
Anane, dört
sene oldu sen gideli, ne ara dört sene oldu? Bu dört sene içinde aklıma her geldiğinde
kalbimi ve her zerremi sıcacık ısıtmadığın tek bir an bile olmadı.
Anane, iyiliğin
öyle güçlü ki, sen ölsen bile yaşıyor.
Anane,
hünnap ağacın hala köyün en güzel ağacı.
Anane, biliyor
musun, ben de senin gibi çok erken uyanıyorum.
Söylesene
anane, onca şeye rağmen nasıl başardın hiç kin tutmamayı, bu kadar affedici
olmayı, bu kadar sevgi dolu olmayı, hep güleryüzlü kalmayı?
Anane,
emanetin seni çok özledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder