27 Eylül 2021 Pazartesi

Şimdiden Unuttun Mu?

Günlerce süren yangınlarda sayısız can kaybettik; insanlar, ağaçlar, endemik bitkiler, bölgesel küçük canlılar, kanatlılar, bölgesel hayvanlar, koskoca habitat mahvoldu.

Yangınlarda unutamadığım iki paylaşım gördüm milyonlara umut olan iki koca yürekli başkandan. Birisi Ekrem İmamoğlu’nun Antalya’ya gelen itfaiye personeline yerel halkın koşa koşa içme suyu verdiği görüntüler, diğeri de Mansur Yavaş’ın kaybettiğimiz genç kardeşimiz Şahin Akdemir’in fotoğrafını Twitter’da profil fotoğrafı yapması. Bu ufak gibi görünen şeyler o kadar büyük ki aslında, yangınlarda öyle bir serinletti ki içimi size anlatamam. Günlerce yaşadığım stres ve üzüntü bir anda mutluluk gözyaşına döndü, umut oldu, içimde yeniden ormanların oluşmasına neden oldu…

Güzel şeylere çok ihtiyacımız var, sizin gibi su vermeye koşan iyi kalplere çok ihtiyacımız var, iyi insanlara, iyiliğe, iyi ve güzel şeyler görmeye, duymaya, bilmeye çok ihtiyacımız var. Her anlamda içimiz, dışımız, ruhumuz, her yer hala yangın yeri.

Yangına doğru tutulan sudan oluşan gökkuşağının fotoğrafını gördüm daha sonra. Biliyor musunuz o yansıyan gökkuşağı da benim, gökkuşağının her rengi benim, kürt de benim, rus da benim, laz da benim, alevi de benim, sünni de benim, ormanda yanan kaplumbağa da benim, ormanda yanan ağaçlar da benim, hedef gösterilen herkes benim; ama asla hedef gösteren değilim, asla da olmayacağım, asla genellemelere girmeyeceğim, herkesi aynı değerlendirmeyeceğim.

Kimse benim gibi düşünmek zorunda değil, kimse senin gibi düşünmek zorunda değil; ama herkes dünyayı korumak zorunda, yaptığımız her seçimle hepimizin birçok şeyde sorumluluğu var. Lütfen birleştirici, çözüm üretici, saygılı insanlar olmayı seçelim. Küfür etmek, hakaret etmek, parmakla birilerini işaret etmek çok kolay. Önemli olan bir yerdeki birinin içindeki umut ve mutluluğu yeşertmek, bir olmak, birlikte olmak.

Her şey sırayla.

Asla hedef gösteren tarafta olmayın. Su veren olun, yangını söndüren olun, iyiliğe koşan olun, insana ve yaşama değer veren olun, hayvanı seven olun, yaşadığı dünyaya duyarlı olan olun, insana ve bütün canlara saygı duyan olun; ama asla hedef gösteren olmayın, bir gün o parmağın ucu sizi de gösterebilir.

Biz hepimiz biriz, birbirimizden ayrı değiliz, bizi manipüle edip böyle düşünmemize sebep olacak düşünceleri anında fark eder bir olmaya devam ederiz.

Biz birbirini kucaklayanlarız, diğerleri yangın söndürmeye devam etsin diye tek başına yarasını saranız, söndürdüğümüz ormanın kenarında uyuyanlarız, kuzumuza sımsıkı sarılanlarız, biz zarar veren ve bölen değil, iyileştiren ve birleştirenleriz.

Biz birbirimize bakıp umudumuzu hiç kaybetmeyenleriz. Biz bir oldukça, bir olduğumuzu asla unutmadıkça saramayacağımız hiçbir yaramız, önüne geçemeyeceğimiz hiçbir ayrılık, bölücülük illüzyonu yok.

Lütfen uyanık olun, lütfen içinde sevgi ve vicdan olmayan hiçbir düşüncenin etkisine kapılıp gitmeyin.

Biz hepimiz birin parçalarıyız, toplumu biz oluşturuyoruz, birimizin canı yansa hepimizi etkiler. Lütfen bile bile can yakan tarafta olmayın, başkası sandığın da sensin, aslında kendi canını yakıyorsun. Hadi birlikte bütün yaralarımızı saralım.

Not: Daha tam anlamıyla iki ay bile geçmedi; ama eminim çoğumuz unuttuk yangın sırasında doğan kuzuyu ve ona sarılan yangın mağduru insanı, orman kenarında uyuyan itfaiyecileri, Şahin Akdemir’i, kendi yarasını saran itfaiyeciyi… Bu yazı bu yüzden, hatırlatmak için.

19 Eylül 2021 Pazar

Uzaktaki Yakın

Yalnızlık bir seçimdir, aynı zamanda da bir sonuç. Bir bakmışsın yanlış tercihlerinin sonucunda katlanılması gereken bir son olmuş senin için yalnızlık veya yaşanılması gereken bir süreç olarak seçtiğin yalnızlığın sonucunda artık yalnız olmadığını görürsün. Bazen hiçbir şey yapmazsın, bazen de sınırlarını zorlayan bir mücadeleye girersin; ama sebepte veya sonuçta yalnızlıkla hep yüzleşirsin; yani kendinle. O yüzden ilk başta yalnızlık, hep tercih sebebi olmalı; çünkü uzaktaki yakınımız bekliyor bizi sessizce keşfedilmek için, dikkatimizi ona vermemiz için. Uzaktaki yakınımızı bulmak zorundayız. Ona teslim olmak zorundayız. O çok değerli, onu uzağa koyan biziz, her anda ve her adımımızda orada, o bizim özümüz, gerçek benliğimiz, maskelerden arınıp ortaya çıkmak için bekliyor, kendimiz olmamızı bekliyor, ikiyüzlülüğü ve sahteliği yenip sahneye çıkmak için can atıyor.

 

Sevgi ve nefret gibi, yakın ve uzak gibi, tüm sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyler, gördüğümüz ve görmek istediğimiz her şey, tahammül edemediğimiz her şey biziz. Hayat bütün zıtlıklarıyla var oluyor. Yaşam bütün zıtlıklarıyla içimizden akıyor. Her şeyin sebebi de sonucu da biziz, bütün iyilerin ve kötülerin ötesinde, yanlışların ve doğruların ötesinde, seçimler ve sonuçlarla biz belirliyoruz bütün çizgileri. Kendimizi ve toplumu her an yeniden inşa ediyoruz. Çizgiler ne kadar çoksa önyargılar o kadar fazla oluyor; tıpkı sınırların çok fazla bencilliğe ve ırkçılığa neden olması gibi.

 

Hiçbir düşüncemizin, hiçbir eylemimizin farkında değiliz. Eğer farkında olup da bu kadar bencilce, yalan ve riya içinde kararlar alıp uyguluyorsak ışığı biz kapatıyoruz demektir. Kendi düşüncelerimize ve eylemlerimize gerçekten dikkat ettiğimizde anlayacağız, onlar sadece bizi değil birçok kişiyi etkiliyor, şimdiyi ve geleceği etkiliyor, yarın kim olmak istediğimizi etkiliyor, belki de yarın olmak istediğimiz kişiyi engelliyor, belki bir başkasının yarınını etkiliyor ve belki bir başkasının hatırlamak istemediği kötü geçmiş bir anı olarak yerini almak üzere…

 

Daha bilinçli ve daha farkında hareket edip düşünmeyi kendimize, çevremize ve yaşadığımız topluma borçluyuz. Kimsenin içindeki ışığı kapatmaya, onu karanlıkta bırakmaya, bir dakikasını bile karartmaya hiçbirimizin hakkı yok. Etrafımda gördüğüm o kadar bencil, ikiyüzlü ve maskeyle dolu insan var ki, onlar da benim sınavım diye düşünüyorum, onlar etrafımdayken daha farkında ve anda oluyorum, kendimi ve başkalarını koruma duygum daha da güçleniyor. Biz bu kadar çabalarken, eleştiriye ve değişime açıkken, nasıl bu kadar kibirli ve bencil olabilirler, nasıl değişmezler, nasıl çabalamazlar diye sormayı bıraktım. Onlara baktığımda kendimi görmeye çalışıyorum, onlara merhamet besliyorum, bir an kontrolü kaybedersem merhamet duygumu öfkeye çevirebilecek kadar güçlü bir bencillikleri olduğu için beni daha da güçlendiriyorlar. Onlar dediğim de ben, onlar dediğim de toplumun ürünü, onlar ve biz diye bir şey yok, bu mesafe ve ayrılık sadece zihnimizde; tıpkı en uzaktaki yakınımız olan özümüz, kendimiz gibi.

 

Dışlamak neyi çözdü ki? Dışlamak kolaya kaçmaktan başka ne ki? Asıl mücadele olduğu gibi kabullenmek. Asıl mücadele teslimiyet. Asıl mücadele kararlı olmak ve kararlarını uygulamak. Asıl mücadele kendin olmak. Hayat akıyor, hayat bizim içimizden akıyor, biz hayatın içinden akıyoruz. Yakınlık ve uzaklık sadece bizim zihnimizde. Uzak olduğumuz başka kimse yok, kendimizden başka. Gidilecek başka bir yer yok, içimizden başka. Olunacak başka kimse yok, kendimizden başka.

12 Eylül 2021 Pazar

Kaldı mı Böyle İnsanlar?

Bireyler olarak kalabalığın içinde yaşıyoruz. Bu kalabalıktan nasıl etkilendiğimiz ve bu kalabalığı nasıl etkilediğimiz tıpkı yılanların sevişirken birbirine dolanması gibi iç içe geçmiş durumda.

Bencillikten uzak, dünyaya zarar vermeden ve empati yeteneği gelişmiş birey olma çabamız, içinde bulunduğumuz topluluk buna hazır değilse çatışma yaratır. Çatışmalar bu gibi durumlarda dönüştürücü olabilir.

Öğrenmeye, eleştiriye, değişmeye açıksak ve açık fikirliysek en yakın hissettiğimiz insandan en uzak hissettiğimiz insana kadar herkesten, her şeyden, her olaydan öğreniriz. Ama herkes bir şeylerin değişmesini isteyip, bunun için çaba göstermezse ve işe kendini değiştirmekle başlamazsa yavaş yavaş çürüme başlar. Her zaman duygularımızın, düşüncelerimizin farkında olup olaylara ve akışa kendini kaptırmadan izlemek zor olsa da en azından bu konuda güçlü hale gelebiliriz. Pratik yaptıkça, manipüle edilmeye biraz daha karşı koyabiliriz.

Eşimin annesiyle hafta sonu yaptığımız telefon görüşmesinden o kadar etkilendim ki… Karşı komşuları öldüğü için komşularının bahçesi uzun süre bakımsız kalmış, komşularının çocukları önümüzdeki hafta sonu anneleri öldükten sonra ilk defa evde biraz vakit geçirmek için yola çıkacaklarmış. Onlar da sanki ev hiç sahipsiz kalmamış, sanki hala anneleri yaşıyormuş ve hayat orada hiç durmamış gibi hissetmeleri ve daha fazla üzülmemeleri için bahçeye yiyecek ve çiçek ekmişler, hatta bizim için kopardığı salatalığın bir kısmını onlara ayırmış taze taze yemeleri için, tıpkı anneleri sağken onlar için yaptığı gibi. Ne kadar ince ne kadar kalpten bir davranış… Kaldı mı böyle insanlar diye geçiriyoruz ya çoğu zaman içimizden, evet kaldı, az sayıda da değil üstelik… Sadece biraz daha cesarete, biraz daha görünür olmaya, biraz daha güzel şeyleri paylaşmaya ihtiyacımız var, sonunda göreceğimiz şey iyi kalplilerin sayısının ne kadar çok olduğu olacak.

Toplum dediğimiz ve toplum diye eleştirdiğimiz şey her zaman bizdik, biz değişmedikçe kimse değişmeyecek.

Her karar, her yol, her seçim bizi biraz daha değiştiriyor. Tek başıma bu kararı verdiğimi düşünsem de eşimin, annemin, arkadaşlarımın, yaşadığımın toplumun ve daha aklıma gelmeyen bir sürü kişinin beni etkilemesiyle başlayacağım sosyoloji yüksek lisans serüveniyle kendime neler katacağım, yaşadığım topluma ve etrafımdaki insanlara nasıl faydalarım olacak, nasıl insanlarla tanışacağım ve birbirimizi nasıl etkileyeceğiz, neler öğreneceğim ve en merak ettiğim şey olan yolun sonunda nasıl birine dönüşeceğim ve ortaya nasıl bir Funda çıkacağı konusunda çok sabırsız ve heyecanlıyım. Annem, eşim ve bazı arkadaşlarım her gün belli dozlarla bu heyecana maruz kalıyorlar. Gün içinde dalgınlaştığımı gören birisi bana sadece “sosyoloji” dediğinde anında modum yükseliyor ve neşelenmeye başlıyorum.

Herkes için en büyük dileğim sosyolojinin beni heyecanlandırıp sabah yataktan mutlulukla kalkmama sebep olması gibi bir tutkuya sahip olmaları.

Yol bizi nereye götürür, yoldakiler bizi nasıl etkiler, biz yeni yollar mı açarız bilmiyorum; ama hiçbir zaman unutulmaması gereken bir konu var, bu dünyada ve herhangi bir yolda sadece biz yokuz, başkaları da ve başka yolcular da var, biz de onları etkiliyoruz. Kendi iç dünyamıza gömülüp sürekli nasıl etkilendiğimizi düşünmektense, başkalarını nasıl etkileyip nelere sebep olabileceğimizi hiç unutmamalıyız. Dünya bu kadar bencilliği hak etmiyor. Dünyalılar bu kadar çeşitliyken sadece kendi iyiliğini ve çıkarını düşünen, empatiden yoksun, at gözlüğünü atmayan zihniyetleri dünya hak etmiyor.

“Kaldı mı böyle insanlar?” sorusunu bencil insanlar görünce soracağımız kadar çoğunluk olabiliriz. Biz Dünyalılar bundan daha iyisi olabiliriz.

4 Eylül 2021 Cumartesi

İçimdeki Kalabalık

Dünyaya gelirken fizyolojik olarak iki kişiye ihtiyaç duyuyoruz, onların çocuk yapma sürecinde de aile ve toplumun payı var, sonuç olarak çocuk yapma kararı sadece iki kişiye mi ait oluyor? Yani aslında doğarken bile biz sadece iki kişinin değil, onların içindeki bulunduğu yapının da ürünü oluyoruz. O halde aldığımız herhangi bir kararı gerçekten tek başımıza mı verdik? Peki hayatımız, fikirlerimiz, hayallerimiz bize mi ait?

Hayatımızın her aşamasında ne kadar bireysel olarak hayatımızı kurguladığımızı düşünsek de sonuç itibariyle “sonsuz sayıda bireyin oluşturduğu sonsuz sayıda bireyden” sadece biri olduğumuzu kabullenmek pek de kolay olmuyor. En başından beri hepimiz toplumun ürünüyüz ve toplum da bizim oluşturduğumuz bir yapı.

Bağımsız olarak hareket ettiğimizi sansak da hepimiz tek tek toplumuz. Toplum mu bireyi yaratır, yoksa bireyler mi toplumu yaratır sorusuna cevap aramaktansa karşılıklı olarak birey ve toplumun birbirini dönüştürdüğünü, yarattığını, biçimlendirdiğini görmeliyiz. Bireysel iradeyi elbette ki yok sayamayız; fakat dünyayı biçimlendirdiğimizi düşünsek de dünya tarafından da biçimlendirildiğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu yüzden bir toplumu eleştirirken aslında eleştirdiğimiz toplumu oluşturanın tek tek bizler olduğumuzu, bizim toplum olduğumuzu, başkalarının da bizler olduğumuzu, hem kendimizden hem de başkalarından sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.

Eleştiriyle ilgili dedemin çok sevdiğim bir sorusu var. Birisinin, bir başkasını eleştirdiğini gördüğünde “Aynayla aran açık mı?” diye sorardı. Tabii dedem eleştirmeden önce kendine bir dön bak, eleştirdiğin şeye sen de sahipsin, hiçbirimiz mükemmel değiliz demek istiyor. Ama ben dedemin bu ayna sorusunda bambaşka bir şey görüyorum. Aslında o aynaya dikkatle bakarsak, aynadaki görüntümüzün içinde şu ana kadar hayatımıza giren ya da girmeyen bir sürü kişiyi göreceğiz, içimizdeki kalabalığı göreceğiz. Okuduğumuz kitabı yazandan, dinlediğimiz müziği yapana, izlediğimiz filmin senaristinden, ilkokul öğretmenimize, tartıştığımız bir insandan, izlediğimiz haberlerdeki aktörlere kadar bir sürü kişiyi göreceğiz. Hatta bir adım öteye taşıyalım, gittiğimiz ülkelerden insanları, haberlerde gördüğümüz diğer ülkelerdeki toplumsal olayların aktörlerini göreceğiz. Ben de aynı şekilde, bir başkası aynaya bakarken onu oluşturan kalabalıktan bir parçayım. Sürekli etkileşim halindeyiz ve bu etkileşim halindeyken eleştirdiğimiz şeyin de bir parçasıyız, sadece çoğu zaman bunun farkında değiliz.

Farkında olalım ya da olmayalım, hem yaşadığımız toplum hem dünya bizi her saniye şekillendiriyor; çünkü toplumu da dünyayı da bizler oluşturuyoruz. Bu yüzden sorun odaklı değil de çözüm odaklı olmamız çok önemli. Karşımızdaki bir bireyi gördüğümüzde onu tek kişi olarak görüp eleştirmektense, onu oluşturan kalabalıkla görüp o şekilde yaklaşmak ve hayatının bir kısmında bir şekilde hayatına dahil olduktan sonra da artık o bireyi oluşturan kalabalıktan bir parça olduğumuzun farkında olmalıyız. Bu bilinç ve farkındalıkla hareket edersek son yıllarda herkesin dilinden düşürmediği “distopik” bir gelecek yerine, sorumluluğu eline almış aktörlerden oluşan “ütopik” bir gelecek hayali kurmaya ve bu hayali gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşabiliriz.